Kategori: <span>Köşe Yazıları</span>

Mutluluk İçin Ne Yapılmalı?

Hayatın  öznesi insandır. Hayalleriyle, hayal kırıklıklarıyla. Arzularıyla, tutkusuyla… Yaş, cinsiyet, inanç, etnik köken ayrımı olmaksızın!.. İnsan olmaktır istenen. İnsan olmasıdır karşımızdakinden beklenen.

İnsan olmak üst kimliğimizdir. İnsanlık medeniyeti etiketimiz. Evrene bıraktığımız izdir; insanlığımız.

İnsan!.. Doğası gereği haz canlısıdır. Zevk almak ister yaşamaktan. Mutlu olmak ister. Bunun için bakar gözleri. Mutluluk için. Bunun için düşünür. Bunun için hisseder ve bunun için davranır. Hepsi mutluluk içindir.

Temelde iyilik güzellik arar ancak durum sadece öyle mi?

Korkuları var insanın bir kere. En çok da kendi yarattıklarından. Fakirlikten, savaşlardan korkuyor insan. Güçlü olması gerektiği kaygısı ile yaşıyor. Güçlü olmak istiyor. Beklenti bu. Doğanın kanunu “doğal seleksiyon”. Güçlü ve donanımlı olan yaşıyor. Her geçen gün bir öncekinden daha güçlü olmak zorunda tıpkı bir ceylan tıpkı bir arslan gibi. Sadece birazcık farklı. Diğer canlıların yaşam motivasyonu ve insanın ki küçük bir nüansla ayrılıyor.

İnsanı ayıran nüans yaşam motivasyonunun farklılaşması. Yaşadığı coğrafyaya ve zamana kendinden birşeyler katma çabası. Zamanı ve mekanı etkileme ihtiyacı belki de. Çünkü diğer canlılar da roller belli. Ya avsın ya da avcı. İnsan söz konusu olunca rol tanımlaması belirgin karakterini kaybediyor. Ne av ne de avcı görünümünde. Başka bir perpektiften bakınca da güçsüzsen av güçlüysen avcı görünümünde oluyor. Şöyle ki; insan dışındaki canlılar gelecek nesillere hayatta kalma bilgisini ve bununla birleştirerek neslini devam ettirme bilgisini aktarıyor. Yeni gelen de aktarılanı alıp kullanıyor ve neredeyse olduğu gibi kendinden sonrakine aktarıyor. Basit bir yaşam döngüsü. Halbu ki insan öyle mi? Diğer canlılara benzeyen bir yaşam döngüsü ve motivasyonun da mı? Yanıt basit ve net. Tabi ki değil. Çok daha kompleks çok daha entegratif. Değişime ve gelişime açık. Haliyle farklılaşma ve çatışmaya da.

Hele günümüz modernitesinde durum daha da sert bir ring halini almışken. Güçlenmek isteyen insanoğlu “Erk Yapılanmasını” neredeyse amaç haline getirmiştir.

Gündelik yaşamın hızlı döngüsü içinde her yaştan, cinsiyetten insan yetişme ya da yetiştirme, anlama ya da anlatma, yapma ya da yapamama sarmalına sıkışmış haldedir. İhtiyaçlar değişmiş buna bağlı olarak ihiyaçları karşılama biçimleri de değişmiş ve hızla da değişmektektedir. Örneğin; bilgi hızla büyümüş. Teknoloji hızla gelişmiştir. Nüfusu hızla artan insan daha çok tüketmek ihtiyacına karşılık daha çok üretmek alternatifine yöneldiğinde toplumlar tarım ekonomisinden hızla sanayi ekonomisine buna bağlı olarak da pazar ekonomisine geçmiştir. Yaşam kültürü de bu radikal denebilecek üretim modeli değişmesiyle tüketim modellerinin yeni koşullara adapte olmasıyla şekilllenmiştir. Sonuçta insan giderek doğadan uzaklaşmış. Şehirlere yönelmiş. Metropoller oluşmuştur. Kırsal da homojen yapıda benzer karakterde küçük gruplarla yaşayan insan; kalabalık, heterojen hatta kültür, ihtiyaç, duygu ve düşünce gibi bir çok alanda birbirinden farklılaşan yapıların bir arada yaşadığı grup kültürüne geçmiştir. Sonuç olarak da; daha kalabalık ama yalnız, daha güçlü ama kaygılı; daha çok üreten ama az paylaşan; daha çok şeye sahip daha güçlü ama bir o kadar da daha kaygılı. Gergin, telaşlı, baskı altında hissetmektedir.

Günümüz hızlı gelişen ve değişen modernitesi ile beraber değerler sisteminde de özellikle tüketime dayalı bir yönelim öne çıkmıştır.

Hızlı döngülü tüketimle beraber bir çok beklenti de; “Kazanmaya dayalı rekabet” olarak açıklanabilecek tek ve güçlü bir yapıya dönüşmüştür.

Böylece bir toplumun ilerleme dinamikleri olan; ortak hedef ve beklenti oluşturma, paylaşma, uzlaşma, sebat etme, karşılıklılık ilkesi, adalet, haklar ve sorumluluklara özen ve tolerans gibi bir çok değer kazanmaya dayalı rekabet potasında güçlünün haklı ve hakkı olduğu bir kısırlıkta erozyona uğramıştır.

İnsanlar; ilişkilerinde gergin, işlerinde verimsiz, daha az tolerans gösteren duygu, düşünce ve davranış özellikleri gösterir olmuşlardır. Katı bir bireycilik anlayışı gelişmiştir. Eğitimde daha güçlü olmak daha iyi mesleğe, iyi meslek daha çok alım gücüne endekslenmiş haldedir. Hal böyle olunca en yakın arkadaşınız eğitim rekabeti içinde en azılı rakibiniz, birlikte çalıştığınız arkadaşınız kariyer tehdiniz, eşiniz aileniniz yetememe kaygınız olma yolundadır artık.

Duygu, düşünce ve davranış örgütlenmelerimiz ise; yetersizlik temelli bir kaygı düzeneği haline gelmekte. İletişim ve ilişki yönetimi duygusal erozyona uğramakta. Karşındakini ikna etme kazanma ikna olma yenilme olarak görülmekte. Eleştiriye yaklaşımımız kendimizi geliştirme fırsatından aşağılanma algısına dönüşmüş durumda. Sonuçta birlikte yaşayan ama birbirini anlayamayan, kalabalık ama yalnız, umutlu görünen ama daha çok hayal kırıklığına uğramaktan korkan güvensiz ve şüpheci karakterlerden oluşan topluluklar halinde yaşıyoruz. Ortada olan durum yaradılışımızda olan insani değerler ekseninde mutluluk vizyonumuzu daraltan net bir erozyondur.

Bu erozyona karşın mutlu bir toplum ise üretken olmaktan geçer. Üretken olabilmek ise doğru ve faydalı bilginin, uygulanabilir ve kullanılabilir sunumundan. Hem örgün eğitimde hem yaygın eğitimde. Sadece bilginin ve gücün yüceltildiği değil duygunun akılla birleştirildiği bir modele olan ihtiyaçtır bu. İnsanın değişirken ve gelişirken kendini tanımaya çalıştığı, başkalarını anlamak için kafa yorduğu, vizyoner ve motivasyonel olmaya çalıştığı, sebatkarlığı ve sadakati ihmal etmediği, farklılıkların ayrışma referansları değil zenginleşme parametresi olduğu bir uzlaşma kültürüne ihtiyacımız kaçınılmaz. Öncelikli olarak da bu sayede negatif odaktan çıkmaya ihtiyaç var. Pozitif bir algıya, pozitif duygulara, pozitif düşüncelere, pozitif davranışlara ihtiyaç var.

İnsanı anlamak, bizden sonrakilere anlatmak için pozitif bir psikolojiye ihtiyaç var. Negatif bakıştan kendimizi özgürleştirmeye, tıpkı bir yumurta gibi. Dışarıdan vurulunca kırılacağı korkusuyla katılaşan olmamak için içeriden kırıldığında yeni bir yaşamın müjdecisi olmak adına. Kabuğumuzu içten kırmaya ihtiyacımız var. Korkularımızdan, kaygılarımızdan özgürleşmek ve diğerlerini de özgürleştirebilmek için.

Kısacası; yeni bir paradigmaya ihtiyacımız var. Çözüm çabasında dahi “sorun tarama ve çözme” algısı eksenine sıkışmayan, üretken ve katılımcı kimliği ile bireyin kendini keşfettiği, hem fiziksel hem de toplumsal yaşam ortamını ve figürlerini değerlendirebileceği dinamik ve çok yönlü bir dönüşüm paradigmasına.

İnsana ve hayata dokunan… Yaşamın renkleri, melodisi, ritmi ve dokusu ile derinleşen yeni bir yaşam kültürüne. Mutluluk için… İnsan için…

TEOG Falan Filan…

TEOG… Eski adıyla SBS, daha da eski adıyla LGS hatta en eski adıyla Anadolu Lisesi sınavı.
Sonuçta; neresinden bakarsanız bakın “Liseye geçiş sınavı”.

Hani isminin sonuna falan filan ekleyince yanlış anlaşılmasın. Herhangi bir alt mesaj ya da değersizleştirme çabam yok. Hatta belli bir perspektiften bakınca sosyal adalet adına her sosyo demografik gruptan gençlerin daha iyi eğitim koşullarını elde etmek adına sınandıkları bir sistem.

Bütün adayların -sınav sürecince- eşit koşullarda aynı soruları çözdüğü varsayılan bir adil eğitim düzeneği. Sınav hazırlık sürecinde bunun böyle olmadığını zaten herkes biliyor. En başta; bugünün anne babaları ve de eğitimcileri kendi hayatlarındaki hazırlık süreçlerinden biliyor.

TEOG; başarmak adına başaramama kaygısı ile hazırlanılan sınav! Neden kaygı ile hazırlanıyoruz? Galiba herbirimizin kendi adına çünkülerimiz var bu sınavla ilgili.

Çünkü; iyi bir lise, iyi bir üniversite demek. O da iyi bir iş. Yüksek pozisyon. İmrenilesi bir kariyer ve bol para.

Buradan bakınca doyumsuzluk, mükemmelliyetçilik, elitist ve güç odağı insan yetiştirme arzusu gibi görüp kızgınlıkla karışık duygular da yaşayabiliriz.

Halbuki yaşanan gerçek var hepimizin gözü önünde! Güçlü olmak zorunluluğu, kazanmak gereği… Hep en iyiyi yapmak zorunluluğu var. Bir kere hepsi kendi hayatlarımızda var. Haliyle de kaçınılmaz sonuç; “Gelecek Kaygısı”.

Zurnanın zırt dediği yer de tam burası. Kazanmak uğruna zaman, para, akıl gibi en kıymetli kaynaklarımızı sınırlarını aşarak yatırdığımız bir süreçte hareket noktamız gelecek kaygısı olursa bu hazırlık sürecini yönetecek psikolojik kondisyon ve donanımın verimli olması imkansızlaşıyor.

Bizim ülkemizin bir gerçeği var. Biz bir muz cumhuriyeti değiliz belki ama Dünya coğrafyasında en önde gelen sınav ülkesiyiz. Daha anaokulu veya ilkokula başlarken testten geçiriliyoruz. Bazı eğitim kurumları zeka testi sonuçlarını istiyor kayıt aşamasında. Zeka testinde belli bir kategoriye giremeyen arzu ettiği o kuruma da giremiyor. Komik gelecek belki ama zeka testine çocukları hazırlayanlar bile var.

Bu da yetmiyor spor, sanat gibi yaşamın atar damarlarında bile yarış söz konusu. Kazanmaya dayalı insafsız rekabet anlayışı grup davranışını ve estetiği öğreneceğimiz alanlarda bile küçücük çocukların aklını ve yüreğini “kazanmak” belası ile çarpışmaya mecbur kılıyoruz.

Dahası; ergenliğe giriyor çocuklarımız. Kendilerini, diğerlerini, ilişkileri ve hayatı tanıma ve tanımlamaya çalıştıkları bir süreç. Biraz bulanık, biraz gergin çokça da hızlı ve değişken yıllar.

Değişmeyen ne var derseniz? Tek bir şey! Kazanmak zorunda oldukları sınavlar.

Sonra Lise çağları geliyor: Durum değişiyor mu? Tabi ki hayır. Üniversiteye giriş sınavı. Vizeler finaller… Yetti mi? Yetmez. Uzmanlık sınavları. Ya sonrası iş mülakatları.

Kamu ya da özel sektör fark etmiyor. Hem de koşulları sürekli değişen ve eleminasyon karakteri daha da belirginleşen milyonlarca gencin sınandığı testler. KPSS, ALES, YDS, TUS ve diğer özel yeterlilik sınavları. Ne traji komiktir ki; bu ülkede işten çıkarmada bile sınav yöntemine başvurulduğu örneği vardır.

Uzun lafın kısası, bu ülke insanının yediden yetmişe güncel gerçeği sınavlar ve önemli gerilim noktalarından biri de sınanmaktır.

Şimdi bize düşen sızlanmak ve daha iyi politikalar üretebilene hatta daha iyi politikaları üretecek nesilleri yetiştirmek adına sızlana sızlana elimizde kaynak adına ne varsa topyekün hücum anlayışı ile sınavlara hazırlanmak değildir. Bize düşen; farkındalıkla ve iyi bir strateji ile bu süreçleri en verimli şekilde yönetmektir. Hem akademik, hem sosyal hem de duygusal olarak.

Süreci yönetmek nasıl olacak? Belli ve genellenebilir bir yöntemi var mı?

Herkes için geçerli bir tarif yapabilmek mümkün değil. Bir kere yönetilmesi gereken içerik ve koşullar değişken. Bu yüzden daha geniş ölçekte yaklaşımları kendi kaynaklarınla değerlendirerek bir rota çizme gereksinimi doğuyor.

Gerçeklerden hareket en çıkar yol durumundadır.

Sınavlara hazırlanan gençlerin akademik, sosyal ve duygusal iklimlerini etkileyen dört temel faktörden bahsedebiliriz. Bu dört temel faktör kaygı düzeyinin zihinsel becerileri engelleyici ve performansı düşürücü olması ile de yönetilmesi gereken ana tabloyu oluşturur.

Birincisi; sınavların karakteridir.

Teog gibi büyük ölçekte uygulanan sınavlar yapıları gereği eleminasyon karakterli sınavlardır. Bu sınavlar salt bilgi ölçen sınavlar değildir. Algı kapasitesi, yorumlama ve akıl yürütme becerileri, bilgiyi farklılaştırma yetisi, dikkat, konsantrasyon, algı ve reaksiyon hızı, stratejik düşünme, planlama, görev ve zaman yönetimi becerileri, motivasyon becerileri gibi bir çok beceriyi hem ölçer, hem ilişkilendirilmesini ister hem de bunlar da performans bekler. Örneğin sınav anında süreyi herhangi bir nedenle yönetememişseniz duygusal süreçleriniz bundan olumsuz etkilenir. Sınav esnasında panik duygusu ile çok daha hızlı hareket eder ve dikkat hataları yaparsınız. Belki de ilginiz kopar ve odaklanmanız bozulduğu için okuduğunuzu anlamaz hale gelirsiniz. Bazıları sorularda kullanmak gereken aritmetik bilgini daha sınavdayken kaç net çıkarabileceği hesabına döker. Ancak çoğunlukla bellek alanlarından gerekli bilgi geri çağrılıp ya hiç işlenemez ya eksik işlenir ya da hatalı. Sonuç; dikkat hatası, işlem hatası, ah ben o sembolü görmemişim vah basit soruyu kaçırdım olur.

Tabi bu duruma, ölçme ve puanlama sisteminde sık ve radikal değişikler yapılması eklenince belirsizliğin yarattığı kaygı da ekleniyor. Hedef yapılandırmada bir önceki dönemi referans alamadığınız için geniş çaplı hedefler koymak zorunda kalıyorsunuz ki motivasyonu sürdürmeyi zorlaştırıyor.

İkinci faktör ise; çevre.

Fiziksel koşullar ve akademik destek kaynakları doğal olarak bütün adaylar için aynı değil. Bu doğal karşılanabilir. Doğal olmayan büyük yarış içinde fiziksel kaynakları az olanların “Eksiklik” ile ilgili kaygıları, fiziksel kaynakları fazla olanların ise “Yapılan yatırımın karşılığı” karşısında hissettiği beklenti baskısı.

Sosyal çevre de ise; aile, öğretmenler ve arkadaşlar var.

Ailemiz sponsor ve taraftar desteği olarak bu süreçte önemli bir yol arkadaşı. Ama unutulmaması gereken kaynak sağlayıcı bu figürlerin piste inerek öğrenciler ile birlikte koşmaya çalışması önemli bir baskı ve güvensizlik mesajı da oluyor.

Öğretmenlerimiz, teknik ve taktik varyasyonları sağlayan kaynaklarımız. Sınavlara hazırlıkta bilgi kaynaklarımız. Burada sorun yok. Bu sürecin içindeki herkesin kabulu. Sorun bazen rekabet pompalamasının yarattığı baskı ve beklenti eşiğinin zorlu tutulduğunda ortaya çıkıyor. Beklenti eşiği yükseltildikçe hayal kırıklığı riski de ne yazık ki büyüyor. Bu riski gören öğrenci de baskı altında ezilebiliyor.

Arkadaşlarımız; düne kadar oyun oynadığımız eğlenceli insanlar. Sınava hazırlık sürecinden fanatik rakiplerimiz. Hatta en yakın olanlar ise üstüne bir kıyas figürü olanlar. Şu bir gerçek ki; artık oyun yok,  sohbetler sınav üzerine, programlar derslerden vakit bulabilirsen.

Üçüncü faktör; ihtiyaçlar.

İhtiyaçlar, hem hedeflerimizi hem motivasyon kurgumuzu hem rekabet anlayışımızı hem de stratejimizi belirliyor.

Bu sınavlarda başarıya neden ve ne kadar ihtiyacı olduğunu ortak akılla belirleyemeyenler için hedef yapılandırmasın da uzlaşılmış olamıyor. Bu durumda sürekli üzerinde konuşulan ve sıklıkla değişen planlardan bahsedebiliyoruz.

Dördüncü faktör, sınava hazırlanan öznesinin kendisi; öğrenciler.

Rekabete bakışları, rekabet becerileri, motivasyon kurguları, hayalleri ve çalışma alışkanlıkları ile öğrenciler.

Peki bu faktörleri nasıl yöneteceğiz?

Öncelik algıda. İki başat faktör girilecek sınavlar ve sınava girecek öğrenciler. Burada strateji sınavın gerekleri ile öğrencinin kaynaklarını örüştürebilmek gerek. Diğer iki faktör burada devreye giriyor. Destek kanalları olarak. Öğrenciyi sınavın akademik karakterine hazırlayacak olan öğretmenler ve sosyal destek kanalları aileler, arkadaşlar ve diğerleri.

Algısal örgütlenmede rol paylaşımları kaygı yönetimini kolaylaştıracaktır. Öğrenci planlamada rahat ve gerçekçi, uygulamada güdülenmiş ve motivasyonda sürdürebilir bir karakterde yoluna devam edebilecektir. Ondan sonrası rotaya göre sürüş teknikleri. Geçtiğin yolun yapısı, manzarası, virajı gibi… Ne zaman hızlanacak, ne zaman yavaşlayacak. Nasıl ve nedere mola verecek yol yardımını kimden ve nasıl alacak daha kolay yapacaktır.

Sadece uzak vadedeki beklenti eşiğine ulaşma karambolünden kurtulup tatmin eşiklerini yapılandırabilecek bu sayede yaptığı işi değerli hissedecektir.

Çare çok çalışmak, daha da çok çalışmak ya da çocukların deyimiyle “Çare Drogba” değil.

Çare; önce “akıl, güç ve çaba”da. Sonra “Aklını duvarın arkasına taşıyabilmek” becerisinde. Önce aklınla planyabilmek, bu plan dahilinde kaynaklarını kullanmak ve bunda sebatkar biçimde çaba göstermek. Kazandıkça, biriktirdikçe ve geliştikçe öğrendiklerini geleceğe yani duvarın arkasına taşıyabilmekte.

Çalışmak; çalışkan olmak. Belki de bu süreçte çocuklarımızın ve bizlerin öğrenmesi gereken en önemli şey. Asıl o zaman koca bir geleceği kazanacağız.

Çünkü bu ülkenin; büyük mühendislere, mimarlara, doktorlara ihtiyacı var, ancak bu ülkenin bir o kadar büyük hemşirelere, öğretmenlere, vinç operatörlerine, edebiyatçılara, sanatçılara ve sporculara da ihtiyacı var.

Unutmayın! Unutturmayın!

Hayat sınav değildir. Sınanmak hayatın içindedir.

Bu hayatta hepimizin, “Hayattan alacağı bir tad hayata katacağı renkler vardır”.

En çok da çocukların ve gençlerin.

Son söz;

Teog! Falan filan… Hepsi hikaye!

Yetişkin beklentilerin çocukluk çağı hikayesi…

Kararını Ver, Geleceğini Şekillendiren Sen Ol!

Neden herkes üniversite eğitimi almak istiyor? Üniversitesiz gelecek imkansız mı? Hangi üniversiteye gitmeli? Ailenin yanında mı okumalı başka bir şehirde aileden uzakta mı olmalı? Hangi bölümü okumalı? Hangi mesleği seçmeli?.. Sorular… Sorular…

Ya cevaplar? Bu ve benzeri sorulara verilen cevaplar ya yeni soruları doğuruyorsa?… Elbette işimiz daha zor olacaktır. Bu yüzden dayanak noktalarımızı oluşturmak ve bunlara göre karar vermemiz gerekir.

Muhakkak ki; verdiğimiz karar geleceğimizi şekillendirecek. Bunun kaygısını yaşıyoruz. Özellikle de üniversiteye aday öğrenciler ve aileleri olarak. Tercih danışmanları, öğretmenler, sektör çalışanları, üniversiteler, psikologlar ve nihayetinde anne-babalar ile söz konusu seçimin asıl öznesi aday öğrenciler.

İlk dayanak noktamız karar verme öznesinde ağırlığın kimde olacağıdır. Beklenen ve en uygun cevap genç yetişkin durumundaki aday öğrencilerin olması gereğidir. Bu ilk dayanak noktası önemlidir çünkü verilen kararın arkasında duracak olan karar vermede aslan payına sahip olmalıdır.

Beklenilenden aksi bir durumda; karşılaşılan ilk hoşnutsuzluk, zorluk gibi engel durumlarında kararın arkasında daha rahat durması gerekenin kararı alması gerekir ilkesini işletmek zorlaşır.

Ülkemizde seçiminden hoşnut olmadığı, umduğunu bulamadığı gerekçesi ile bir çok genç ya mecburiyetten devam etmekte ya da bir şekilde yaptıkları tercihleri terk etmektedirler. Bu kişisel anlamda bir hayal kaybı olarak görünse de toplumsal anlamda ciddi bir yetişmiş veya yetişmeye aday insan işgücü kaybıdır.

Karar vermede ikinci dayanak noktası çevredir. Meslek seçimini etkileyecek kişiler, kurumlar vs. Anne baba yatırımcı sıfatıyla beklenti oluşturacaklardır. Haklarıdır da! Sonuçta uzun bir eğitim sürecinde maddi manevi yatırımda bulunmuşlardır. Ancak bu haklarını bir yaptırım mekanizması olarak kullanmalarını öneremeyiz. Bu çocuklarına güvenmedikleri gerçeğini onaylamak olur. Kısacası anne babalar evlatlarına rehberlik edebilirler ve önerme gücüne sahiptirler ancak karar vermede güvenmek durumunda olmalılar ve zorlamaya girmemeliler. Çünkü ilerleyen dönemde işler yolunda gitmezse evlatları tarafından sorumlu tutulabilirler.

Tabidir ki bu kadar önemli bir kararı verirken profosyonellerden de yardım almak gerekir. Hem rehberlik anlamında hem de tercih tekniği anlamında. Tercih danışmanları geçmiş yılların referansı ve tercih eğilimlerini değerlendirmeleri münasebetiyle doğru adreslerdir. Adayın puanı, programların taban ve tavan puanları, burs oranları, sıralamalar gibi teknik verileri kullanarak  isabetli karar vermede büyük yardımları dokunur. Tercih dönemlerinde neredeyse her üniversite tercih danışmanları ile çalışmaktadır. Bu yüzden nasıl ulaşabilirim kaygısı da yaşamaya gerek yoktur.

Diğer bir çevre faktörü adayın lisedeki öğretmenleri ve okul psikolojik danışmanlarıdır. Oradan alınacak rehberlik de kararınızı değerlendirmede önemli veriler sunar. Çünkü öğrenme karakterinizle ilgili arşiv onlardadır ve siz artık onların geleceğe servislerinizdir. Bu nedenle sağlıklı bir rehberlik sunumu olma ihtimali yüksektir.

Bu dönemde belki de tek ve en önemli zararlı çevre etkisi şımarıkça alanından şikayet edenlere ve her önümüze gelenin kendince önerilerine gereğinden fazla kulak kabartmak ve kıymet vermektir. Böyle bir durumda aklınızın karışması kaçınılmaz olur.

Peki hangi bölüm, hangi meslek ve hangi üniversite?

Değişen yaşam kültürü ile bazı meslekler önemi ve değerini yitirmekte bazıları değer kazanmakta ve bazı mesleklerde gündeme gelmektedir. Akademik özellikli kariyer yapabileceğimiz ve sektörel kariyer imkanları artık eskisi gibi ayrışmamaktadır. Akademik bilgi ve sektörel bilgi entegratif biçimde hareket etmektedir. Bu nedenle tercih dönemi boyunca öncelikle alan tespiti kesinleştirilmelidir. Sosyal bilimler mi, yönetim bilimleri mi, temel bilimler mi?

Sonra bu alan kapsamındaki meslekleri sektör temsilcileri ve/veya akdemik dünyadan dinlemek gerekir. Dünü, bugünü ve yarını ile… Burada netleştikten sonra üniversiteyi değerlendirmek gerekir. Eğitim planlaması, pratik olanakları, akademisyen kadrosu, mezunlarının takibi, Dünya üniversiteleri ile “karşılıklı” entegrasyonu gibi özellikleri ile. Seçme listemiz içinde olan bölümlerini de özellikle değerlendirmeliyiz. Çünkü her üniversitenin farklı bölümlere daha çok yatırımı olabilir. Sizinle alakasız bir bölümün yatırımı ile seçim yaparsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.

Sonuçta asıl olan, geleceğinizin seçimini yaptığınızdır. Nasıl ve hangi koşullarda bir hayat süreceğiniz? Gelecekte kimlerle olacağınız hatta belki müstakbel eşinizdir seçtiğiniz. Bir kimlik seçimidir isminizden önce gelecek olan. Sizi niteleyecek… Dr. Aşye, Öğretmen Kemal, Mühendis Ahmet, Hakim Neşe gibi…

Ne istediğiniz, kim olduğunuz ve neler yapabileceğinizi hesaplayarak seçim yapın.

Duygularınızla düşünün aklınızla karar verin.

Karar verin! Geleceği”nizi” şekillendirin.

Duygusal Açlık

Adı üzerinde; aç olma! Peki kim, neye, neden aç?
İnsanoğlunun genellenebilir tavrıdır yanıt aramak, ancak sorduğunuz soru işlevsel değilse bulduğunuz yanıtta derinleşemez.
Bilgi teknolojilerinin herkesin kullanabileceği bir noktada artık insan… Aklına ne gelirse doğru yanlış, yanlı yansız, eksik fazla hızlıca bilgiye ulaşıveriyor.
Sorma, sorgulama sınırlı. Ortada bir durum oluyor; bazen merak çoğu zaman sorun. İnternet ortamında da bir yanıtı var nasılsa. Hızlı ve kısa yoldan çözüm. Ama geçici… Nedenselliği sığ bilgi.
Olmasın mı? Olsun tabi. Sorun burada değil. Sorun; aklımızı, zihnimizi, yüreğimizi hızlı ve geçici şekilde doyurmakta. Tıpkı abur cuburla beslenmek gibi. Obezleşiyoruz. Açlığı da yaratan bu!
Hızlı yaşıyoruz artık. Hep yetişme telaşı… Sohbetler ayaküstü, yemekler hızlı. Çoğu zaman hazır istiyoruz herşeyi. Sevgiler gündelik, sevgililer hamburgercide…
Aradığımız şey hız! Hızlı araba, hızlı bilgisayar, hızlı internet… Hal böyle olunca çabuk tüketmeye başlıyoruz. Tam sindiremiyoruz hiçbirşeyi… Aşkı, makamı, bilgiyi ve tabii yemeği.
Ekranlar mutfak programları ile dolu. Gurmeler o diyar bu diyar geziyor. Yediklerini içtiklerini bize anlatıyor. Enfes tadlar!.. Biz de elimizde bardak kucağımızda çerez seyrediyoruz. Birlikte yemek kurslarına gidiyoruz ama sonra evde denemiyoruz bile. Moda, heves, merak… Adını siz koyun farketmez artık.
Kısacası; yeni bir terim olarak karşımıza çıktı “Duygusal açlık”. Aslında değişen yaşam kültürü ile beraber yavaş yavaş sindire sindire yerleşti hayatımıza. Bilimsel literature girmeye başladı. Bir yeme bozukluğu türü olarak isimlendirilir oldu.
Hiçbiri yanlış değil aslında sonuç perspektifinden bakınca oldukça da doğru. Fiziksel açlıktan ayırmaya yönelik tanımlama çabalarıyla, tedavi ve baş etme yöntemleri ile.
Ama süreç perspektifinden görülen “açlık” kısmından değil “duygu” kısmından hareket etmemiz gerektiği.
Açlık kısmından hareket yeme davranışı ile ilgili belirtisel sorun çözme ile sınırlı kalacak bir çözüm rotası oluşturacaktır. Duygu süreçlerinden hareket ise hem henüz açlık çekmeyenler için koruyucu, hem hali hazırda açlık çekenler için iyileştirici hem de açlığını dindirebilmiş olanlar için sürdürülebilirliliği sağlayacaktır.
Biraz olsun paradigm değiştirip bakabildiğimizde görürüz ki; asıl acıkan midemiz değil ruhumuzdur.
Hızdan ve hazırcılıktan tatminsizleşen, tatmini güçleşen duygularımızdır. Düşen benlik algıları, azalan empatidir açlığını çektiğimiz. Paylaşmanın, hak ve sınırlara saygının erozyonunun doğurduğu yanlızlık hissidir kalabalıklar içinde… Zayıflık kaygısı ile sürekli güçlenmeye çalışmaktır yaşanılan. Güçbirliği yerine güçbendeciliğine düşmek hatasıdır.
Sonuç; stres, kaygı, güvensizlik…
Nasıl ki sağlıklı bir yaşam için fiziksel beslenmemizde çeşitlilik ve doğallık gerekiyorsa ruhumuzu beslerkende aynını yapmak gerekmez mi?!
Hedef doymaksa, strateji hem ruhen hem bedenen sağlıklı olmaktan geçer. O stratejide çeşitlilik ve doğallıktan!
Unutulmamalıdır ki; hiç bir makam, çok servet ya da herhangi bir güç ölçüsü samimi bir yaşam anlayışının yerini tutamaz. Açlığını yatıştıramaz.
Bu yüzden “duygusal açlık” çekenler doyabilmek için daha çok alışveriş yaparlar, daha çok çalışırlar, daha çok içerler, daha çok yerler daha çok kazanmaya çalışırlar, daha çok… Ancak doyamazlar… Yaptıkları ile geçici olarak açklıklarını bastırırlar o kadar. Kısacası yaptıkları basit ve abartılmış bir telafi davranışı, bir yerine koymaktan öteye geçemez.
Asıl çözüm; yaşama doymakta saklı. Dolu dolu yaşamakta. Doğal samimi. Paylaşarak yaşamak… Kendimizden başkalarının olduğu bilinci ve onlarında ihtiyaçları olabileceği farkındalığı ile.
Doymaya birbirmize değer vermekle başlayabiliriz mesela.
Sabah durakta gördüğümüz teyzeye selam vererek başlayabiliriz güne. Koşuşturma içinde ihmal ettiğimiz arkadaşlarımız arayabilir, elimizde iki kahve dolu kupa ile komşumuzun kapısını çalıveririz. Olmaz mı? Olur hem de çok güzel olur. Yeter ki kalkın ve sadece yapın.
Bu arada film izlerken mısır ve gazlı içecek tüketmeyin.Tüketirseniz de sonrasında mutlaka yürüyün. Gün içinde azar azar ama sık öğünle beslenin. Beslenme zaman aralığınız çok uzun olmasın. Gece geç saatlerde yemeyin.
Hayata doymaya çalışın. Bunun içinde; başınızı kaldırın yüreğinize rüzgarı doldurun ve hayata karışın.
Hani yazının başında sormuştuk ya; “Peki kim, neye, neden aç?” diye.
Cevap: Biz, duygularımızı yaşamaya açız, çünkü o kadar hızlı ve hazır yaşamaya çalışıyoruz ki duygularımızı doyurmaya fırsat bulamıyoruz.
Bir de küçük ironi; yazıyı hazırlarken yediğim koca bir tabak dolusu peynirli ponçiklerde pek bir lezzetliymiş hani. Enfes enfes…

Gençlerin Kabusu “Sınav Kaygısı”

Temelinde başaramama duygusunun olumsuz çerçevelenmesi ile şekillenen “sınav kaygısı” kültürel ve sosyal baskıların iteklemesiyle ülkemizde son yirmi yıl içinde çok öne çıkmış bulunmakta; çocuk ve ergen psikiyatrisi merkezlerine başvurularda önde gelen şikâyet nedenlerinden biri olarak öne çıkmaktadır.

Sınav kaygısında esas olan kişinin hissettiği özgüvendeki düşüş, gittikçe yoğunlaşan işe yaramama duygusu, öğrenilmiş başarısızlık ve bu gibi başka olumsuz duyguların da paralelinde yol alan kişiden beklentilerin zorlamalarıdır. Bütün bu olumsuzlukları hazırlayan ve hem ruhsal zemini hem de beynin fonksiyonel kullanımını olumsuz etkileyen faktörler ise daha geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Kısaca denilebilir ki başarı için gerekli düzenli, organize ve sistematik adımların oluşturduğu süreç, doğru gelişmediği takdirde sınav kaygısını körükleyen ve belki de yıllar boyu besleyen zaman dilimi haline gelebilir.

Temeli erken çocukluk döneminden itibaren süregelen çatışmalara dayanan sınav kaygısının çıkış noktası başarma / başaramama çatışmasıdır. Bildiğimiz bir şey daha vardır ki o da bu çatışmaların yarattığı durum; tartışmasız kaygıdır.

Kaygı Nedir?

Tehlike ve talihsizlik korkusunun ya da beklentisinin yarattığı tedirginlik veya bunaltı halidir. Kaynağı tanımlanamayan bilinç dışı korku halidir. Kaygının belirtileri; sabırsızlık, hareketlilik, sıcak basması, uyku problemleri, dikkatini toplayamama, odaklanma sorunları, öğrenme güçlükleri, motor yetilerde küntleşme, boğazında düğümlenme hissi, konuşmada güçlük, konsantre olamama, karın ağrıları, kas ağrıları, boyun ağrıları gibi birçok bilişsel ve somatik yaşantı şeklinde ortaya çıkabilir. Bu belirtileri açacak olursak;

Duygusal Belirtiler

Bu belirtiler bireyin duygulanımındaki zorlanma ve bunalma hissi olarak ortaya çıkar. Kaygının duygusal belirtilerini yaşayan bir kişi sosyal yargılamalarında ve sentez gücünde handikaplar yaşayabilir. Yaşadığı kaygı nedeniyle bu yaşantı üzerine yoğunlaşan kişi çevresini ve bu çevrede olanları ya- şananlara sanki bir perdenin arkasından bakıyor gibi flu bir şekilde görür ve değerlendirmelerinde yanılgıya düşebilir. Böyle bir durumda hem kendilik algısında hem de çevreyi algısında ve çevre ile uyumunda bazı dezavantajlar oluşturabilir. Yanlış anlamalar ve bu anlamalara dayanarak yapılan hatalı yorumlar, alınganlık, eleştiriye kapalı olma ya da çok fazla eleştirme, olaylara ve kişilere negatif ve güvensiz yaklaşma, çabuk sinirlenme, tutarsız tepkiler ve söylemler, kişiselleştirme, sorun odaklı davranma eğilimi gibi…

Zihinsel Belirtiler

Kaygının zihinsel belirtileri özellikle öğrenmenin ketlenmesi şeklinde ortaya çıkar. Kaygı ile beyinde artan stres salgıları beyin biyokimyasında normal işleyişten farklılaşmaya neden olur ki bu şu anlama gelir; beyin öğrenmek için yani algılama, anlama ve kaydetme ile ilgili kullanacağı enerjiyi kaygının dindirilmesi ile ilgili harcayabilir. Böyle olduğunda, kişi adaptasyon sorunları, dikkatini toplayamama, konsantrasyon bozulmaları gibi sorunlar yaşar ve ardışık bir yaşantı olan öğrenme sağlıklı oluşamaz. Daha olumsuz etkilenir. Sonrasında ise öğrenilen materyalin geri bildirimi anlamına gelen ve öğrenme davranışının son aşaması da diyebileceğimiz “recall (geri çağırma)” yetisi de sağlıklı ve organize biçimde öğrenilememiş bilgi geri çağrılırken de organize olamaz, eksik ya da yanlış tanımlamalarla istenilen biçimde ortaya konulamaz. Recall mekanizmasının en çok gerektiği yer ise test edildiğimiz durumlar; sıklıkla da sınavlardır. Ayrıca kaygının diğer zihinsel belirtileri de oldukça önemlidir. Beyin asıl görevi olan vücudun parçalarını ve zihni kontrol ve organize etme ve yönlendirme görevini kaygıyı ile mücadele etmek için aksatırsa yanlış değerlendirmeler yapabilir ve vücudun genel işleyişinde karmaşa hâkim olmaya başlar. Dürtülerin kontrolü zorlaşabilir. Bu da yeme ve uyku bozuklukları, öfke kontrolünde sorunlar, tepkiye dayalı savunmalar şeklinde görülebilir.

Davranışsal Belirtiler

Kaygılı bir kişi kendini özellikle beden dili kullanımında ele verir. Sıkıntılı, tedirgin, göz temasında zorlanan, oturduğu yerde hareketli, elini kolunu koyacak yer bulamaz halde olan, sık sık parmaklarını çıtlatan, konuşurken vücudunun bir parçası ile ya da devamlı giysileri ile oynayan birisi kaygı yaşıyor demektir. Bu tip belirtiler kişinin huzursuz ve gergin olduğunun açık belirtileridir. Bunların yanında eşlik eden, bazen de bu tür davranışlarını iyi kontrol edebilen kişilerde kaygı, sözel ifadelerde fark edilebilir. Güvensiz olma ve insiyatif almaktan kaçınmaya başlama, karar alma ve uygulama becerilerinde zayıflama, tutarsız mesajlar verme, eyleme yönelik davranış geliştirememe, pasif-agresif savunma yapılanmaları gibi kişinin performansını ve uyumunu engelleyici davranış biçimleri gelişir.

Kavramsal Olarak Sınav

Sınav kavramı aslında son derece açıktır: Sınanmaktır. Akademik hayatta, verilen ham bilginin kişi tarafından ne kadarının işlenerek kayıt edildiği ve yorumlanabildiğini ölçmek amacını taşır. Üniversite ve lise giriş sınavları gibi sınavlar ise seçme ya da eleme amaçlıdır.

Sınav, size verilen ya da buldurulan bilgileri daha önceki bilgilerle ilişkilendirerek işlediğiniz halini nasıl ve ne kadar yorumlayabildiğinizle ilgilidir. Akademik sınavlar daha çok “recall (geri çağırma)” yeteneğinizi test eder.

Güdülen amaç ne olursa olsun sınavın, başka bir deyişle sınamanın ya da sınanmanın sonucu size verileni ne kadar içselleştirdiğinizle ilgilidir. Farkınızı ortaya çıkaran da sonuçta elde ettiğinizdir. Bu yüzden sınav, sonuç endeksli bir olgudur ve bütün sonuç endeksli yaşantılar gibi skor önem taşır. Kısa- cası sonucunda kaybetmek ya da kazanmak vardır.

Sınav ve Kaygı Arasındaki İlişki

Sonucunun kazanmak ya da kaybetmek, elemek ya da elenmek olduğu bir yaşantı olarak sınanmanın yarattığı doğal gerginlik kaçınılmaz şekilde kaygı halini alır. Özellikle uzun bir hazırlık sürecini ve eleme özelliğini taşıyan sınavlar ise çok daha büyük anlamlar yüklenmemiş olsalar dahi normal kaygı ölçülerinin dışına çıkabilen genel bir huzursuzluk haline sebep olabilirler.

Kaygı yaşam koşullarının bir getirisi olmaktan çıkar ve yaşam kaygının bir varoluş merkezi halini alabilir. Sınavla ilgili kaygı genelleştirilir, yaşamla ilgili hale getirilir. Düpedüz kaygının esareti altına girebiliriz. Kaygı, yaşadıkça yoğunlaşır, yoğunlaştıkça da hareket yeteneğimizi kısıtlar.

Yoğun kaygı ile yaşamak, bir şeyler yapmaya çalışmak ayağa ağırlıklar takarak koşmaya benzer. Ulaşmak istediğiniz hedefe ulaşmış olsanız bile artık yeni bir hedefe yönelecek gücünüz kalmamıştır ki çoğu zaman hedefe varmak olanaksızdır.

Yoğun kaygı, kişinin enerjisini çalan, kanını emen bir sülük gibidir. Yakanıza yapıştığı andan itibaren kazandığınız her şeyin bir kısmını ona bırakırsınız. Hele uzun ya da orta vadede bir şeyler yapmak durumundaysanız.

Igner’in işaret ettiği gibi borcunuzun zamanı gelmemiş faizini önceden ödemeye benzer iş. Heyecanınızı ve sürecin sonunda kazanacaklarınıza dair niyetlerinizi dahi kaybedebilirsiniz.

Üniversite giriş sınavları, lise giriş sınavları gibi sınavlara hazırlanırken aşırı kaygılı olmak ağırlıkla dalmaya benzer; dibe çok kolay inersiniz ancak çıkış hiç de o denli çabuk ve kolay olmaz.

Sınav Kaygısı ve Sonuçları

1. Performans kaygısı ve başarı korkusunun gelişmesi,

2. Depresyon

Sınavdan önce

Sınavdan sonra

3. Uyku ve yeme bozulmaları ile bunların sonuçları,

4. Somatizasyon,

5. Tikler ve diğer dürtü kontrol sorunları,

6. OKB (Obsesif-Kompülsif Bozukluk) yaşantıları,

Sınav Kaygısı ile Baş Edebilme

1.  Doğru hedef ve planlama stratejileri,

2.  Stresi yönetmek,

3.  Sınav+Stres+Kaygı üçlüsü üzerine yoğunlaşmak,

4.  Olumsuz senaryoyu olumluya çevirmek,

4.  Verimli öğrenme ve çalışma koşulları,

5.  Rahatlama teknikleri: Nefes egzersizleri ve otorelax teknikleri,

6.  Psikiyatrik tedavi: Kombine tedavi anlayışı.

Bağımlılık Üzerine Genel Bakış

Son zamanlarda sürekli duyduğumuz bir kelime var: “Bağımlılık”. Bağımlılık ne demektir bize bunun tanımını yapar mısınız?

Bağımlılık kavramı, insan-madde etkileşimini kimyasal içeren bağımlılıklar ve insan-insan ya da (özellikle çağımız hızlı ve yoğun teknolojik gelişimlerine bağlı olarak) insan-makine etkileşimini içeren davranışsal bağımlılıklar şeklinde yorumlanabilir. Sonuç olarak hangi tür bağımlılık söz konusu olursa olsun esas olan bireyin bir dış unsura duyduğu aşırı gereksinimdir. Bu yolla birey kendisine ait bir yetersizliğin, sıkıntının ya da kaygının üstünü örtebileceği gibi, bu yolla hoşnutsuz olunan durumdan kısa süreli de olsa bir kaçış sağlayabilmektedir. Buradan hareketle de diyebiliriz ki insanın davranışsal veya kimyasal bir dış unsurla sürekli ve aşırı etkileşimi bağımlılık olarak adlandırılabilir. Bağımlılık unsurlarına yönelim, sanırım keyif verici olmaya dayanıyor.

Bir dış unsurun keyif verici olması zaten bağımlılığı besleyen en önemli unsurdur. Yani bir durumun, kişinin ya da kimyasal´ın dönüşmesinde o unsuru çekici kılan bireyi kaygıdan ve gerginlikten uzaklaştırabilme ve keyif verici olmasıdır. Bu durumu bağımlılık kavramı ile ilgili en yüksek risk grubu olan gençlerin doğal davranış dinamiklerinde ele aldığımızda niçin en yüksek risk grubu olduklarını daha iyi anlayabilirler. Şöyle ki, genç bir insan doğal gelişim çatışmaları ve dolayısıyla bu çatışmalarının neden-sonuç sentezleri ile uğraşırken, genellikle ve en kestirme ve zahmetsiz yolu seçecektir. Bu çatışma gerginliği içinde de keyif alınan en küçük anların bile kıymeti artacaktır. Psikofizyolojik gelişmesinde sorun yaşayan gençler ise bu bağlamda savaşmak yerine hoşnut olmayan durumdan kaçışı rahatlıkla seçebilmektedirler. Asıl riskte kaçışın başlamasıyla yargılanmaları zayıf olan gencin ne yöne gideceği kaygısıyla başlamaktadır zaten.

Keyif veren maddelerin kullanımı ruhsal yaşantıda ne gibi değişikliklere neden olmaktadır? Klinik pratiğiniz açısından baktığımızda neler görebiliriz?
Bu tür maddelerin kullanımının iki türlü etkisi olur. Birincisi beyne olan etkisidir ki bu etki tamiri güç yıkıcı ve kalıcı bir etkidir. Kişinin bilinçsel performansını son derece olumsuz etkiler. Akıl yürütme güçlükleri ve halüsinasyonlar gibi işlevsel sorunlar gözlenir. Psikolojik etkileri ise duygudurumda sürekli değişkenlik, sosyal yargılama becerilerinde zaaflar ve yetersizlikler, kişiler arası iletişimde bozulmalar gibi birçok durum gözlenebilir. Bütün bu olumsuzlukların yaşandığı süreç içerisinde de kişinin kendisine yönelik intihar gibi veya çevreye yönelik gasp, hırsızlık, saldırganlık gibi vahim sonuçlar gözlenebilir.

Bağımlılığın oluşmasında belli aşamalar var mıdır? Bir ilginin bağımlılığa dönüşmesi hangi süreçlerde gerçekleşir?
Bir ilginin bağımlılığa dönüşmesi daha çok davranışsal bağımlılıklar ve alkol ya da sigara bağımlılığı için söylenebilir. Madde kötüye kullanımında süreç ilginin süreklilik kazanmasından çok kaçış sonucu bağımlılığa itilmek şeklinde gerçekleşir. Özellikle teknolojik bağımlılık çerçevesinde ele alacak olursak süreç içinde yaşanabilecek durumlar şöyle özetlenebilir:

– Bağımlılık yaratan unsurun bireyin dikkatini çekmesi.

– Etkileşimin giderek artması ve yaşamda öne geçmesi. Dolayısı ile yaşam kalitesindeki düşme.

– Tolerans geliştirme.

– Geri çekilme belirtileri (Faaliyetten ve iletişimden uzaklaşma)

– Çatışma ve nüksetme

Bu genel bileşenler bir ring hattı gibi işler. Birinin başlangıcı diğerinin bitişi olabileceği gibi, birinin bitişi diğerinin başlangıcı olabilir.

Madde bağımlılığında ise durum biraz daha farklı gelişir. Madde bağımlılığı, o maddeye duyulan ihtiyaç sonucu ortaya çıkar ve kullanım kişiliği ile yakından ilgilidir. Bilinçli kullanıcılar kullandıkları maddenin yarattığı psikolojik ve fizyolojik etkiyi bildikleri için kullanırlar. Bilinçsiz kullanıcılar ya da madde hakkında daha az bilgiye sahip olanlar ise, sorundan kaçmak ve yapay olarak sorunsuz bir alan yaratmak amacıyla. Yapılan araştırmalar da göstermiştir ki, madde kulllanan insanlar birbirlerinden direkt etkilenmekte, bunun temelinde de ortak sosyal problemler yatmaktadır

Değişik rahatsızlıkları sebebiyle ilaç kullanmak zorunda kalanlar bağımlılık endişesiyle bundan kaçınıyorlar. Siz psikologsunuz, ilaç kullanmak istemeyip psikiyatristten kaçan vakalarınız mutlaka vardır. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

İlaçla tedavi tıp hekimlerinin görev ve sorumluluk alanıdır. Bu yönde eğitim alırlar. Özellikle psikiyatride kullanılan ilaçlarda insanlar önyargılı olabilmektedir. Aslında bu da haklı yönleri olabilen bir önyargıdır. Çünkü bazı özel reçetelerle edinilen ilaçlar vardır ve tedavi amacı dışında kullanılması hiçbir şekilde doğru değildir. Ancak bu bağlamda ana unsur, hekimin iyileştirici olan görevi ve bu görevi yerine getirebilmesi için bir araç, bir yöntem olarak tedavi programında kullanılmasıdır. Psikiyatride kullanılan ilaçlar kişiye özel düzenlendiği için ve ilaç etkileşimleri kontrol edildiğinden doktor nezaretinde ve önerisiyle kullanmak son derece güvenli yararlıdır. Üstelik az bilinen bir şeyde psikiyatrik hastalık ve psikolojik hastalıklar arasındaki farktır. Psikolojik kökenli veya nedenli hastalıklarda psikoterapi çeşitleri, hipnoz gibi yöntemlerle sonuç alınabilirken, Psikiyatrik hastalıklarda ilaç kullanmak gereklilik olabilmektedir. Unutulmamalıdır ki, her hekim için hastası değerlidir ve bir hekimin en son isteyeceği durum verdiği ilacın yararsızlığı olacaktır.

Bağımlılık çok geniş bir kavram. Sosyal bağımlılıkların aşılması için neler önerirsiniz? Çevre bağımlılığı, anne baba bağımlılığı vs gibi

Sosyal bağımlılıklar belki de fizyolojik etki yoksunluğundan dolayı hem tespit edilmek aşamasında hem de tedaviye başlama aşamasında göz ardı edilen bir durumdur. Daha çok erken çocukluk dönemi bireyselleşme süreci ve yine o dönemde de çok büyük önem taşıyan benliğe ve çevreye güven mekanizmasındaki gelişme sorunları, kişiyi insiyatif almada tedirgin, sorumlulukları yerine getirmede çekinik bir kişiliğe itebilir. Erken çocukluk dönemindeki yanlış yada eksik yapılanma ergenlikte giderek pekişir ve oluşan yeni kişiliğin bir unsuru haline gelir. Sonuç olarak ortaya düşünen, tasarlayan ancak ortaya ürün çıkarmada yetersiz, başkalarına gereksinim duyan, kişilik kaynaklarını verimli kullanamayan, insiyatif alma ve sorumluluk anlayışında çekinik kalan, kendisini idame ettirebilmek için başkalarının yönlendirmelerine kesin ihtiyacı olan, ifade güçlüğü çeken bir yapı ortaya çıkar. Bu insanlar mükemmelliyetçi olabilirler ancak bir işi istedikleri gibi başaramayacakları kaygısıyla strateji oluşturma ve hedefe yönelmede başarısız olabilirler. İstekleri ve beklentileri karşılandığı sürece son derece uyumlu görünebilirler. Aksi takdirde agresifleşebilirler. Hataya toleransları düşük olabilir. Genelde eleştiriye kapalı olurlar. Eleştiriyi yapıcı bir unsur olarak algılamayıp, kişilik sınırlarının bir ihlali, bir saldırı olarak görüp, komplexif savunmalar gösterirler. Çocukluk döneminde bağımlılığı, isteklerinin karşılanması yoluyla beslenen bireyler, yetişkin hayatında ise çevreye bağımlı hale gelir ve kişiliğin diğer boyutlarında da zayıf kalmışlarsa çeşitli illegal grupların hedefi (potansiyel maşa) haline gelir ve suç eğilimi riskini büyük oranda taşırlar.

Madde bağımlılığı dendiğinde ne anlaşılması gerekiyor?

En kısa şekilde zayıflık ve kaçış olarak tanımlanabilir. Kişi karşısına çıkan engelle savaşmak ve onunla baş edebilme yollarını arayıp, bulmak kişiliğine bir donanım olarak katabilme yerine, kısa süreli de olsa o an kaygıdan uzaklaşmak ve devekuşunun başını toprağa gömmesi misali kendisini kandırmasıdır.

Bağımlılık halini yaşayanlarda ne gibi kriz belirtileri olmaktadır?

Psikolojik ve fiziksel yoksunluk belirtileri yaşanabilir. Fiziksel yoksunluk belirtileri kriz şeklinde bilincin kaybına ve hatta ölümle sonuçlanabilen krizler şeklindedir. Psikolojik yoksunluk belirtilerinde ise; sinirlilik, yerinde duramama, aşırı duyarlılık, panik duygusu, aşırı sıkıntı hali gibi kaygı belirtileri öne çıkmaktadır.

Alkole bağlı hale gelmiş bir kişinin bu durumdan çıkması nasıl mümkün olabilmektedir?

Alkolizmle mücadeleye karar veren kişinin ve çevresinin düşebilecekleri en büyük yanılgı iyileşme oranının düşük, nüksetme oranının yüksek olduğu önyargısıdır. Beyninin bu tür olumsuz tarzda işlemesi kişinin mücadele gücünü, umudunu yıkacaktır. Alkolle mücadelede gerçek olan uzun ve sabırla geçilmesi gereken bir süreç olduğudur.

Tünelin sonundaki ışığı kovalayan kişiler, ilerledikçe çıkışı bulacaklarını unutmamalılar. Ayrıca tünelin içinde ışığı kaybettiği noktada paniğe kapılmamalı ve bunun bir viraj olduğunu hissetmeleri gereğidir. Virajı döndükten sonra ışığa tekrar kavuşacaklardır. Unutulmamalıdır ki kişi istemedikçe kimse ona yardım edemez.

Bağımlı olanların kendini haklı çıkaran mazeretleri sürekli vardır her halde. Hani “kimi dertten, kimi neşeden” denir? Bu mazeretlerin aşılmasını nasıl sağlıyorsunuz?

Sorudaki gibi mazeretler daha çok sigara ve alkol bağımlılarının kullandığı türden olanlar. Bu tip yaklaşımlar kişinin, bağımlılığın olumsuz etkilerinin farkında olmadığı ya da bunları görmezden geldiği durumlarda sık gözlenir. Bu tip kişiler kendilerindeki zayıflığı görmezden gelir ve engelle karşılaştıklarında “kederden”, işler yolunda gittiği zaman da “keyiften” bağımlı oldukları maddeye yönelim gösterirler. Tedaviye başvuracak kadar

durumun farkında olan insanlarda bu tür mazeret yönelimi daha azdır ancak kararlılıkları ile ilgili sorun yaşadıklarında “kederden” mazeretine çok kolay yönelirler. Bu mazeretlerin aşılmasında ise kişiyi ikaz ve onu rencide etmeden, kaçışını yargılamadan yöneliminin yanlış olduğu ile yüzleştirmek gerekir. Burada en kritik nokta kişiyi yüzleştirirken motivasyonu koruyabilmektir. Profesyonel terapistler çeşitli terapi tekniklerini kişiye özel uygulamalarla durumu olumsuz seyirden olumluya çevirirler. Bu bağlamda ailede ve yakın çevrede terapistin ya da hekimin önerdiği tutumları titizlikle ve tutarlı biçimde uygulamalıdır.

Alkolizmin fiziki ve ruhsal ne gibi sonuçları vardır?

Alkol bedende ve kişilikte yıkıma yol açan güçlü bir zehirdir. Kana çok çabuk karışan bir kimyasaldır. Organların rutin işleyişini ve doğal yapılarını bozar. İlaç etkileşimleri veya zehirlenmeler gibi aniden ölüme yol açabileceği gibi, uzun vade de hayati organları zayıflatarak ya da yapılarını bozarak vücudu iflas ettirir ve ölüme neden olur. Dolaylı olarak da intihar, trafik kazaları, diğer kazalar (düşme, çarpma vs.), kavgalar ya da yaralanmalar olarak ölüme neden olabilir. İşlevsel beyin fonksiyonlarını bozduğu için kişinin doğru düşünmesini de engelleyecektir. Doğru düşünemeyen insanlar doğru davranamazlar. Normalde sinik bir insan alkolün etkisiyle saldırgan davranışlar gösterebilir.

Alkolün etkisinin sonunda hissettiği suçluluk duyguları da onu sonu intihar olabilecek, hem psikolojik kaynaklı hem de beyin kimyasındaki olumsuz değişime dayanan özellikle depresyon olmak üzere çeşitli psikiyatrik hastalıklara itebilir. Alkolün en büyük etkisi beyne olmaktadır. Alkol alan kişi alkolünde etkisiyle çok ve hızlı konuşabilir ancak motor yetenekleri zayıfladığı ve yavaşladığı için iletişimde ve yönelimde güçlükler yaşar. Alkolün etkisi geç-

tikten sonrada enerji bitik hale gelir ve almaçları neredeyse tamamen kapanma noktasına gelir. Beyin ise alkolün olumsuz etkisini tamir edebilmek için çok daha fazla enerjiye gereksinim duyar. Sonunda alkol alınmadığında dahi verimli çalışamaz. Bu bağlamda kişi daha başarısız, daha güvensiz, çoğu zaman aşırı kaygılı ve sinirli bir ruh haline bürünür ki, böyle bir kişiliğinde sağlıklı ilişkiler kurması ve başarılı olması beklenemez. Alkolle yaşamak dibe gittiğini bile bile kendini girdaba bırakmaktır.

Bağımlılıkta uçucu madde de söz konusu değil mi? Bunun yoğunluğu ne kadar?

Tabii ki uçucu madde konusu çok önemli. Yoğunluğu ile ilgili sağlıklı bir veri şu ana kadar görmedim. Böyle bir araştırma yapmakta çok zor. Çünkü uçucu maddeler satılması yasak olan ürünler değil. Genellikle tiner ve yapıştırıcı olarak kullanımda öne çıksalar da benzin, sporcuların kullandığı spreyler, aseton gibi maddeler de kullanılabilmektedir. Uçucu madde kullananlarda en az diğerleri kadar risk altındadır. Uçucu madde kulla-

nan bir insanda konuşmada yavaşlama, göz bebeklerinde büyüme, sabit bakışlar, gözlerde kayma, küçülme, ağızda koku, motor hareketlerde yavaşlama görülür. En etkili seviyeye ulaştıktan kısa bir süre sonra yavaşlama hızlanır ve uyku bastırır.

Bu kişilerde de saldırganlık ve bilişsel yeteneklerde ve değerlendirmelerinde bozulmalar görülür. Sokak çocuklarının bağımlılığın pençesine düşmemesi, düşenlerin kurtulmaları için neler önerebilirsiniz?

Sokak çocukları zaten yaşam koşulları ve kontrol edilemezlikleri (otorite eksikliği/yoksunluğu) nedeniyle bağımlı olma bağlamında çok büyük risk altındadır. Henüz çocukluk ya da ergenlik çağında olan bu insanlarda diğer akranları gibi başkalarından etkilenmeye çok açıktırlar ve art niyetli kişilerin türlü stratejilerine kurban olabilecek potansiyel hedeflerdir. Sivil toplum örgütleri, valilikler, emniyet güçleri ve ilgili diğer kuruluşların bu çocukların rehabilitasyonu ve topluma kazandırılması ile ilgili övgüye değer çalışmaları sürmektedir. Ancak kaynak yetersizliği ve türlü sosyo-ekonomik ve sosyolojik nedenlerle sorun tam olarak kaynağında henüz çözüme ulaşmış görünmüyor.
Burada topyekün bir uğraşa ve bu uğraş içinde yine topyekün bir eğitime ihtiyacımız olduğu kaçınılmaz

Çok yaygın olan sigaradan tütün bağımlılığından bahsetmeden geçmemek gerek herhalde?

Sigara ile ilgili üç aşağı beş yukarı herkesin diğer maddelere göre daha çok bilgisi var kanaatindeyim. Sigarada bağımlılığa giden yol da diğerleri ile aynı yolu izler. Bağımlılık belirtileri de benzer özellikler gösterir. Yoksunlukta sinirlilik, kaçış mekanizmasının bir ögesi, uykusuzluk, iştah sorunlarına, dolaşım sistemi sorunları ve en önemlisi akciğer sorunları gibi. Sigara bağımlılığına başlama yaşı da tüm sigara karşıtı kampanyalara karşın hızla düşmekte ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde araştırma sonuçları başlama yaşının 10´un altı olduğunu göstermektedir. Bağımlılığa giden yolda zayıf kişilik özellikleri ve irade özellikleri de sosyal etkileşim önemli rol oynamaktadır. Ayrıca sigaraya başlama diğer maddelere başlamada da ön adım olma niteliği taşır. Alkol ve madde bağımlılarının % 90´ının üzerinde bir oranda sigara kullanması da bunun en büyük kanıtı olsa gerek.

Bağımlılığın özellikle madde bağımlılığının nedenleri arasında neleri sayabilirsiniz?

Bağımlılığı besleyen en önemli etken keyif verici bir dış unsurun varlığıdır. Yani bir durumu, kişiyi ya da kimyasalı çekici kılan neden, onun bireyi kaygıdan ve gerginlikten uzaklaştırabilme gücü ve keyif verici olmasıdır. Bu durum, bağımlılık geliştirme açısından en yüksek risk grubu olan gençlerin doğal davranış dinamiklerinde daha kolay gözlenebilir. Şöyle ki, genç bir insan doğal gelişim çatışmaları ve bu çatışmalarının neden-sonuç ilişkileriyle uğraşırken, genellikle en kestirme ve en zahmetsiz yolu seçer. Çatışmadan doğan gerginlik sırasında gencin keyif aldığı en küçük anlar bile çok kıymetlidir. Psikofizyolojik gelişimde sorun yaşayan gençler ise bu bağlamda savaşmak yerine rahatlıkla hoşnut olmayan durumdan kaçışı seçebilmektedirler. Zaten asıl risk de kaçışın başlamasıyla yargılama gücü zayıflayan gencin ne yöne gideceğinin belirsizleşmesidir.

Peki neler yapılmalı o zaman?

Önleme çalışmaları birkaç aşamadan oluşur:

Tedavide ilaç kullanımının yanı sıra bireysel psikoterapi, ana baba okulları ve grup terapileri ile iyi bir kombinasyon sağlamaktadır. Bağımlının tedaviye inancını ve motivasyonunu güçlendirmek açısından biyolojik marker niteliği taşıyan Bilgisayarlı EEG/CEEG (Brain maping) ve nöropsikiyatrik test bataryaları da büyük önem taşımakta, bu yöntemler ile ilişkilendirilen bilgisayar modülasyonlu Neurobiofeedback (Nöroterapi) ve Reha-com gibi kognitif tedavi enstrümanlarının tedavi sürecine katılması sayesinde hem bağımlının hem de tedavi ekibinin işi kolaylaşmaktadır.

Unutulmamalıdır ki hiçbir bağımlılık tedavisi bağımlıya rağmen başarılı olmaz

Pandemide Duygu ve Zihin Sağlığı

Uzm. Klnk. Psk. Orhan Gümüşel “Pandemide Duygu ve Zihin Sağlığı” gröüşlerini canlı yayın etkinliğiyle …